Kayıtlar

2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SELAM MİLLET...

Resim
Vakti zamanında ben ve mahallemizin diğer sidikli bebeleri, amerikan filmlerindeki veletlere özenmiş, annemizden zılgıtı yediğimizde, ya da o dünyanın bütün yükleri omuzlarımıza çöktüğünde, duvarlar üzerimize üzerimize geldiğinde kaçmak için, bir "gizli yer" arayışına girmiştik. Kimimiz komşunun kullanmadığı kömürlüğünde, eli yüzü kapkara vaziyette eve dönüp bir posta papara daha yemiş, kimimiz yıkılmak üzere olan mahallenin perili evini mesken tutmuş da korkudan altımıza doldurmuş, kimimiz de otun potun içinde üstümüzü başımızı dikenler parçalamış vaziyette dönmüştük o "gizli yer" den. Gizli yer bulacam diye kaç kere kaybolup salya sümük ağlayarak, zor zahmet eve vardığımı hatırlamıyorum bile. Hatta bir keresinde şarapçıların mekanında uyuyakalmıştım da korkudan üç buçuk atıp, yusuf yusuf nidalarıyla kaçmıştım oradan. Lakin hiç vazgeçmez mi bir insan evladı. Hiç mi yorulmaz imkansızın peşinde sürüklenmekten. Yok işte!.. Öyle bir yer, öyle bir sığınak yok. Ulen ömür
Resim
GEÇ KALMIŞ GÖZYAŞLARI ISLATMASIN AVUÇLARIMI... Zifir karası bir akşam uzanmış, çocuk gözlerimden öpüyor. Yaşanmamışların anısında gülüşlerim usulca yitip gidiyor. Ellerim boşlukta arıyor hiç dönmeyecekleri. Olmaz düşlerim öteye beriye savruluyor. Unutulan ve kaybolan masallar gibi, bir şehrin hikâyesi çukurlara yazılıyor. Bilmediğim okşayışlar dolarken başka başka saçlara, ırak bir yıldız ellerime düşüyor. Kor kızılı bu vakit; işte dünya yanıyor. “Ne olurdu bırakmasaydı?” diyor susturamadığım minik yürek. “Ya da götürmeseydi giderken can eriklerimi. Kökten kurutmasaydı kiraz ağaçlarımı. Bir ninni kondursaydı çiçeğimin özüne bal.” Oysa bir acı türküye de razıydım ben, yeter ki dolsaydı sesi gamzelerime al al. Kim bilir belki sımsıcaktı tuttuğum el. Bunca üşütmüyordu boranlar uzun geceleri. Bir tatlı su iniyordu gözbebeklerime ılık ılık. Ve boğuluyordu içimdeki hıçkırık. Kim bilir, şefkat yağıyordu bir zaman kuytularıma. Kime sorsam; bilmiyor. Güneşin göç zamanı artık denizden, yakamozla

HÜZÜNLÜ ÖKÜZÜN GÖZ YAŞLARI

Resim
Sarı sıcak yaz, yerini turunç kokulu hazana bıraktı nihayet. Sabahları omuzbaşımız ürpermeye, geceleri yorgan özlenmeye başlandı. Ve fekat benim derdim yine başka elbette. Hani bu mevsimde insanoğluna bir duygusallık, bir hüzün çöker ya… Hani buğulu pencereler ardında durup dökülen yaprakları seyrederken; ya da ne bileyim ılık yağan yağmurun sesini dinlerken bir deniz kenarında, daldırır ya gözlerini uzak ufuklara. Hani başını iki elinin arasına alır, dirseklerini ahşap masaya dayar da bir türkü tutturur ya insan, acı kokan, hasret kokan, belki aşk kokan. İşte bana hiç bu şekil bir şey olmaz dostlar. Sonbahar geldi miydi bana böyle bir mallık, bir kütlük, bir camışlık gelir ki sormayın. Pofidik terliklerimi ayağıma, üç beden büyük, yerleri süpüren hırkamı üzerime geçirip günlerce çıkarmayayım, bütün gün oturayım, yatayım; çok yorulup yeniden oturayım; ondan da sıkılıp yine yatayım şeklinde yayılmak isterim. İsterim ki; hiç kimse benden bir şey istemesin, hatta mümkünse herkes bana h

KELEBEK ETKİSİ

Resim
Teknolojinin önlenemez yükselişiyle birlikte, tıbbın da böylesi ilerlemesi kaçınılmazdı elbette. Sevindirici buluyor, takdir ve taltif ile izliyorum sayın okuyan. Ben gibi cahil-cühela kısmının bile bu gelişmelerden haberdar olması, sevinç duyması şaşılacak bir şey değildir. O yüzden reca ederim şaşırmayınız. Bu gün “tüpten” değil “tüpte” bebe yapımına değinerek, nice kadının yüzünü güldürmüş, nice ocağın alevini harlamış bu yöntemin ıcığını-cıcığını hep birlikte mıncıklamak maksadıyla toplaşmış bulunuyoruz. Ahaliye her daim faide sağlamak maksadıyla canhıraş çırpınışlarına, yırtıcı tepinişlerini de katan müessesemiz, yine kamuoyunu aydınlatacak bir mevzuyu masaya yatırmaktadır. Kıymetini biliniz. Tarihlerden dün, günlerden akşam saatleriydi. Bendeniz fedakar, cefakar muhabiriniz İncegül, en az benim kadar manyak olan yarım techizatlı kameramanım günlük ve yeni atadığım başarılı asistanım küçük sıpa Ozi kişisiyle birlikte yollara döküldük. Bu şehrin Avrupa yakasından Anadolu yakasına g

YEMEKTEYİZ AMA BU BİR YARIŞMA DEĞİL VALLA

Resim
"Uzun kış gecelerinde soba üstü kestane çıtırdatma etkinliği, koca koca çanaklarla mısır pörtletme çılgınlığı özlemimi bastıracak başka bir eğlence var mıdır acep?" diye düşünüyordum ki; Hom Tivi’yi keşfettim. Keşfetmez olaydım sayın okur. Biz saatlerce uğraşıp didinip iki tencere yemeği zor yetiştirirken, bu insanlar yarım saatte yirmi kişilik ziyafet sofrası hazırlıyorlar yahu. Hele Naycella diye bi hatun var, kadın yemek yaparken ve tabii yerken kendinden geçiyor. Mutfağı, alet-edevatı ve en önemlisi bir kileri var ki akıllara zarar. Kutusundan tavuk suyu, kavanozundan közlenmiş biber, hadi içine de konserve bezelye, bitmesine yakın da sal içine pirinci; al sana ana yemek. Poşetlerin içinden ne kadar ot varsa doldur bir çanağa, doğramak yok he, üzerine biraz yağ, biraz limon ve olmazsa olmazımız bijon hardalı; salata da hazır. Tatlı için de evdeki kalmış ekmekleri doğra süte, bas üzerine şekeri. “Hımmm… Bu lezzetlere doyamayacaksınız.” De get len!.. Tadına doyamayacakmışı

GÖZÜN KÖROLMAYA DÜLDÜL

Resim
Yıllar evvel o ödevi hazırlarken aklıma geldiydi. Vallaha da billaha da düşündüydüm. Bunlar gemi azıya alsalar, işi iyice abartıp seralarda, gemilerde mercimek yemeği pişirseler hemi de fırında, sonunda da beraber kaçıverseler dediydim. İki gözüm önüme aksın ki ilk benim aklıma geldiydi. O zaman ödevimi bu minvalde düzenleyip hocanın önüne atıverseydim ne mi olurdu? Ya “Cins-i sa.pık mıdır nedir? Hiç de öyle görünmüyo yahu! Ne etsek acaba?” diye disiplin kurulunda geleceğim hakkında toplantılar yapılırdı. Ya da arlanmaz, rezil, kepaze öğrenci damgası yiyip eğitim hayatım boyunca bu utançla yaşamak zorunda kalırdım. Bunların bilincinde, çalışkan, dürüst, kendini bilen bir insan evladı olduğumdan; kendi halinde, gayet de namuslu bir dosya yaptım bu romandan ve gönül rahatlığıyla ödevimi teslim ettim. Ama yirmi küsur yıl sonra bir senarist çıktı ve benim o zaman cesaret edemediğim şeyi yapıverdi işte. Ben aldığım “On” ile ve biraz övgüyle sap gibi ortada kalırken, elin adamı milyonları

PİSİKOTERAPİK

Resim
Bir yaz sezonunun da kazasız belasız ve de tatilsiz bir şekilde sonuna geldik sayın okur. Kış kapıya geldi dayandı. Sabahın kör soğuğunda yuvasız it yavrusu gibi titremeler, akşam trafiğinin adım adım ilerlemesinde levye, çekiç kapıp birbirine girmeler, karanlık gökyüzünde güneşe hasret iç çekmeler vaktidir artık. Ben yaz çocuğuyum ya belki ondandır kışa bu olumsuz ve de ılımsız yaklaşımlarım. Ayaklarım üşümeye başladı mıydı ruhum da üşür. Bunalırım, depresirim. Mevsim geçişlerinde zor kadın olur, ortamı fena gererim. Bir de bunun üzerine okul stresini koyun. Koyun yahu çekinmeyin. Çok da normal olmayan birinin tamamen tırlatması için yeterli değil midir? Lakin yine bildiğiniz üzere, her anlamda kendi kendini tedavi edebilen bu mutant bünye, psikolojisini de evelallah kendisi düzeltebilme yeteneğine sahiptir. Bir çeşit kendin pişir, kendin ye; kendin hastalandır, kendin iyileştir durumu yani. Elbette kamuoyu yararına çalışan bir insan evladı olmamdan mütevellit, bu sırlarımı sizinle pa

BEDEL

Resim
Yedi direk arasından kızıl dökmekte gök; yakamoz ağlamakta. Deniz, mavi gözlerini yummuş, işveli gamzelerine gözyaşı biriktirmekte hala. Bir yelken beyazı sürülüyor aniden gecenin karasına. Süzülüp geçiyor kırmızı gemiler, demir atmıyor hiçbiri bu limanda. Uzak yolculuklar düşüyor aklıma birden. Ve ıraklar değiyor yüreğimin ucuna. Bir anı yumağı oluyor sayfalar, bir bir koparıp uçurtmalar uçuruyorum bulutlara. İsyanım asılıp kerhen yapıştırılmış kuyruğuna, bırakıyor kendini bilinmezlerin kucağına. Bir avuç bulut yağıyor damarlarıma. Derinlikler buz gibi köpükleniyor ayaklarıma. Ama hezeyanlı bir dalga vuruyor darmaduman yüreğime en fazla. Kurcaladıkça kanıyor insan. Susmalı belki. Yeniden ve hep konuşmamalı. Belki sadece yola dökülmeli. Bilir misiniz açık denizleri? Suyla gök bir noktada birleşiverir. Haşrolur iki ezel-ebed sevgili. Hangisinde kaybolacağını ayıramazsın. Ne yana baksan, gözlerin, karanlığın hükmünü yok etmeye çalışan ışıklara çarpar. Dileğinin yıldızları bir başka

BU ÖDÜLÜ GÜZEL VE YALNIZ GÜNLÜĞÜME İTHAF EDİYORUM!..

Resim
Beni sevin yine de sevgili dostlar. Damacanadan su boşaltırken bileğini kesebilen, sofraya çorba götürürken göbeğini yakabilen kaç kişi tanıyorsunuz ki? En azından hayatınızda böyle abuk bir karakter var diye sevinin. Hadi bi mutlu olun bakayım. Sevgili ablam , güzeller güzeli yüreğiyle yüreğimin içindeki sarayında yaşarken, nasıl mutlu etmiş beni bu içten ödülüyle. Efenim ödülümüzün kurallarına şöyle bir göz gezdirelim. 1- Sizi ödüllendirene teşekkür edin Canımın canıdır, teşekkür yetmez. Sonsuzca sevgilerimi gönderiyorum. 2- Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın. Ahan da buradadır. Keyifle, zevkle okuyunuz. İki hayat dersi alınız. Yaşamın kıyısındayım diyenden, yaşamın orta yerinde nasıl muhteşem durulur öğreniniz. 3- Ödülün logosunu yayınlayın O da resim bölümündedir efenim. Buyurunuz buradan yakınız. 4- 7 yaratıcı blogeri ödüllendirin. İşte işin zor kısmı budur. Bir süredir uzak kaldığım blog camiasında (Bu da ne şeker bir şey yahu. Yirim ben o camiayı. ) kimler geldi, kimler

YÜZELİM AÇILALIM...

Resim
İstanbul gibi cosmopolit şehirlerin nabzı yaz geldi miydi plajlarda atar sayın okuyan. Her türden insanı bir arada görme imkanı bulabileceğiniz yegane mekanlardır buralar. Hele halk plajları… Araştırmacı, soruşturmacı kişiliğim yine rahat durmadı ve sizler için biiçlerin ve dahi şehrin nabzını tuttu. İşte İncegül kişisi ve tam techizatlı kameramanı günlükün halk plajı güncesi ve plaj insanlarıyla ilgili izlenimleri. De haydi buyurun hep birlikte bir alt paragrafa inelim. Öncelikle inceleyeceğimiz tür Hanzogiller olup, bu tür hem piknik, hem yüzme aktivitelerini bir güne sığdırmak niyetiyle burada bulunmaktadır. Hanzogiller hazırlıklara bir gün öncesinden başlar. Kekti, börekti, geçen kandilde alınıp bitirilemeyen simitlerdi… Hepsi bir çantaya doldurulur. Bu türün biraz daha becerikli dişileri, sarma, içli köfte; hatta va hatta gözleme yapmak suretiyle işi abartmakla birlikte, diğer plaj sakinleri tarafından gıpta va hayranlıkla izlenirler. Hatta bazı hemcinslerinin, “Gız hatça gözün k

DİKKAT ON YEDİ

Resim
Ay oğlum, ağlamak istiyorum. Çok duygulandım, çok. Bak gözlerim nasıl da nemli nemli. Evi toplamışsın. Antrenman formaların kapı önünde değil kirli sepetinde, sonra koltuk minderleri yerlere dizilip üzerinden kamyon geçmiş gibi ezilip büzülmemiş, ne bileyim işte kostümlerin ranzaların üzerine idam edilmemiş, mutfak tezgahına üç takım bardak dizilmemiş. En önemlisi; ben söylemeden çöp dışarıya çıkartılmış. Bu gün tarihi bir gün, not etmeliyim bunu bir kenara. Allah’ım, bu günü de gördüm ya; gayrı ölsem de gam yemem. Anne var ya, nankörsünüz siz he… Her gün arkanızı ben topluyorum, temizlik yapıyorum, çocuğunuza bakıyorum, futbolcu olup geleceğinizi garanti altına alayım diye günde kaç saat antrenman yapıyorum, bu şartlar altında bir de iyi karne getiriyorum, yine de yaranamıyorum he. Hööö? N’oldu anne? Dumur oldum… Olma… Oldum bile… _______________________________________________ Anne, ‘Küçük Kadınlar’ diye bi’ dizi varmış biliyo musun? Var galiba oğlum. Ne bileyim ben. Dizi mi seyredi

BİR ÇİFT KUŞ KANADIDIR MUTLULUK

Resim
Öyle kıymetli şeyler vardır ki yaşamımızda, ölçüp biçmeye kıyamayız. Üzerine ne kelam etsek, az gelir, eksik kalır. Ömrümüzün cevahiri, altını, zümrütüdür. Kardelenden de nadide, koklamaya kıyamadığımız gülüdür. Aile deyince sözcükler ne kadar da aciz kalıyor. Bir ağız dolusu söylesen sesin ne kadar cılız… Annenin sarmalayan şefkati, babanın kollayan gölgesi, evlatların şenlikli neşesi… Huzur, güven, hiç bitmeyecek sevda... İki kişilik bir dünya kurarsın önce, kimse ilişmesin diye de sıkı sıkı duvarlar örersin. Sanırsın ki, burasıdır hayatın orta yeri. Çiçekler büyütürsün yaprakları tülden. İncinmesin diye sakınırsın onu herkesten. Yeşiller ekersin taş duvarların her yanına. Umudu, mutluluğu çoğaltırsın günle geceyle. Emek damlar toprağa, ıslanırsın yağmurların en güzeliyle. Altın başakların hasat zamanı gelince, kuşlar konar dallarına cıvıl cıvıl. Alır avucunun içinde saklarsın. Dudakların her değdiğinde narin gagalarına, çiçeğe dolanır, rengarenk açarsın. Az biraz kanatlanınca, çırp

YÜREKTEN GİDİŞİME DOKUNDU MAVİ

Resim
Bir asi dalga saçlarımda salınırken tel tel, yağlı urgan gibi boynuma dolanıyor en sevdiğim mavi. Son nefeslerim köpükleniyor yaşamın kıyısına. Yaban bir siyaha sarılıyor tüm renklerim. Çırpınmayı bırakıyor içimdeki kuşlar. Martıların sesi de duyulmuyor artık. Ruhum teslim ediyor kendini bedenlerin ağırlığına. Usulca dibe çöküyorum. Sesler suskunluğun toprağına kök salıyor. Sonra seni düşünüyorum. Gülüşlerin damlıyor kapalı gözlerime. Yüreğimde bir yudum yeşil sürgün veriyor. Bembeyaz, minicik çiçekler açıyor dallarımda. Uzatıyorum gökyüzüne; çaresiz ellerime güneşler yağıyor. Oysa sen sol yanımdaki ağrı, yaraların kapanmayışıydın. Karanlık gecenin korkulu sanrısı, ıssızlığım, yıldızsızlığımdın. Koşup gelemeyişim, özleyip ulaşamayışımdın sen. Uğraşımdın demirden perdeleri yıkmak için. Terimdin tenimde tuz tuz. Nafile çabalarımdın. Yine de siyaha akan mavilerim, en kapalı kapılarımdın. Bitiyor son rüzgarları isyanın. Tüm sevinçlerini toplamış da terk ediyor bahar dalı yaprağı. Çiçekler

SİGARASI YALDIZLI GELİYOR NAZLI NAZLI

Resim
Geri sayım bitti, sigara yasağı başladı güzel yurdumda. Vatana, millete hayırlı olsun. Öncelikle belirteyim ki tiryaki olmama ve yasaklara karşı alerjim olmasına rağmen, dumansızlaşma çabalarını desteklenesi bir hareket, hiç değilse iyi niyetli bir çaba olarak görmek istiyorum. Ne kadar manyak bir bünyeye sahip olursam olayım, oturup “tütüne övgü” düzecek değilim. Belli ki zararlı bir şey bu... Bunca doktor, bilim insanı yanılıyor olamaz ya. Lakin, kimse kusura bakmasın, bunun dakka başı gözüme sokulması, burnuma dürtülmesi hiç hoşuma gitmiyor doğrusu. Her aklı başında(!) insan evladı gibi ben de içtiğim zıkkımın nelere mal olabileceğinin farkındayım. Salak da olmadığıma göre “Sigara içiyorsun sen. Gebereceksin!” denilip durmasının bir anlamı da yok. “Ulen at kafası, ben geberecem de sen kazık mı çakacaksın?” diyerek bir tane daha yakmama neden olmaktan başka da bir işe yaramıyor. İlköğretimden itibaren Fen kitaplarında gösterimine başlanan ve vizyondan asla indirilmeyen, kararmış ciğe

İÇİMDE BİR GELİNCİK KANIYOR

Resim
Hayatın orta yerindeyim, İstanbul’un en karanlık vaktinde… Adım adım turluyorum geceyi rüyaların öldüğü saatte. Uzakta bir yıldız gülümsüyor halime. Korkuyorum dönecek yolumdan ya; vefalı bir dost gibi geziniyor peşimde. Ne yapsam önü sonu sana dolanıyor çıplağı ayağımın. Bir alaca havale oluyor evren üstüme. Yine karma karışık bir yaşamak görücüye çıkıyor İstiklal’de. Ha diyorum, ha!.. Beslemeliyim ruhumu biraz şarkı, bir parça şiirle. Haşim olmalı oğlum; onun gibi aşka gelmeli her akşam gündönümünde. Sevdaya coşmuş dizeler savurmalı gecesine kavuşan düşsüzlere. Ya da Nazımca isyan etmeli de; su, yosun, balık olmalı… Hatta belki kızılla mavi olmalı gruba âşık denize. İçimden uzağa düşüyor yine yaşamak. Bir parça Beyoğlu çikolatasıyla dilleniyor çocukluğum, uçurtmalar uçuruyor göğe; tam da balonların olduğu yere. Hani az daha küçülebilsem ah; sığınıverirdim anamın rahmine. Bir türkü tutturuyorum inceden; duyar mısın bilmem. Duyma da zaten. Ben öyle orta yere söylüyorum. Kendime mesela;

HAYDİ KIZLAR TATİLEEE

Resim
Memleketimin diğer güzide illerini bilemiyorum ama İstanbul İstanbul olalı böyle sıcak görmemiştir sayın izleyici. Hal böyle olunca İstanbullu da alıcılarının ayarlarıyla oynayıp frekansını tatil kanalına çoktan ayarladı. Bazısının ekranında palmiye ağaçları çıkarken, kimisine de necefli maşrapa görüntüsü kaldı yazık ki. Bakınız şekil a, İnce kişisi. Bu yıl sevgili eşcağızım, evimin direği, sıpalarımın babası, hayatımın anlamı koca kişisinin iznini ev mevzuuna feda etmesi, benim de iş yoğunluğundan kış izni kullanacak olmam hasebiyle, bizim tatil işi yine dibe yattı anlayacağınız pek sayın izleyici. Oysa ne hayaller kurmuştum. Herbişey dahil sistemli, nur topu gibi bir tatil rezervasyonumuz olacaktı en afillisinden. Cümbür aile dokuz yıldızlı bir otelin kapısından, üzerimizde en çiçekli şortlarımız, kafamızda kenarları en büyüğünden pempe şapkalarımız, gözümüzde yüzün üçte ikilik kısmını tamamen kapatan kocaman güneş gözlüklerimizle muhteşem bir giriş yapacaktık. Karga ailesi ile birli

NE İŞ OLSA YAPARIM YETER Kİ SİGORTASI OLSUN

Resim
Vakti zamanında, daha taş devrinin son demlerine yeni adım attığımız yıllarda, bendeniz gencecik bir hatun kişi idim. Okul hayatımın sonuna gelmiş, artık mesleğimi elime almış, hayallerimin peşinden koşma kıvamına ulaşmış idim. Daha tekerleğin icadını bile tahayyül edemediğimiz zamanlarda, takdir edersiniz ki teknolojinin bu boyutlara ulaşacağı aklımızın ucundan geçmezdi. Lakin ateşin bulunmasına çok sevinen annem, babamın avladığı bizonları, dinozorları misler gibi pişiriyor, kardeşlerim bu sırada ellerindeki koca sopalarla birbirlerinini kafasına vurmak suretiyle eğleniyorlardı. Velhasıl mutlu bir yaşantımız var idi. Ama heyhat, meslek seçimi tantanası, ailede küçük çaplı bir kriz, bir huzursuzluk yaratmıştı. Ben, her ne kadar iktisatla ilgili bir okul bitirmişsem de, kendi çapımda sanatla uğraşmak, mağara duvarlarına yazılar yazmak, resimler çizmek, ormanda yaşayan arkadaşlarımla amatörce kurduğumuz tiyatro grubunu geliştirmek; hatta profesyonel oyuncu olmak istiyordum. Oysa annem,

İLETMEZSEN ÖLÜMÜ YE

Resim
Canparelerim, cevizli lokum dolmalarım… Beni bilen bilir. Cep telefonuyla arkadaşlığım ekran poşetini bile çıkarmayacak kadar görgüsüz, bilinçsiz ve üstünkörü; bilgisıyırla dostluğum sadece yazmak amaçlıdır. Msn’yi dosya alışverişi için açar, bir iki arkadaşa selam verir, sonra yok olurum. Feyisbok desen hermime uğramaya çekinir. Maillerimi sorarsanız gelen kutusunda dörtyüzkırkbir okunmamış ileti olmasından da anlaşılacağı üzere aklıma gelmez kontrol etmek. Hal böyle olunca da şu “Bak iletmezsen bir gözün kör olur, bu iletiyi doksan dokuz arkadaşına göndermezsen yamulursun, ölümü gör ilet, bunu bana da göndermezsen arkadaş değiliz…” şeklindeki milyon tane FW mesaj da güme gitmekte elbette. Yani yakında çarpılırsam, başıma bir felaket gelirse, tümden arkadaşsız kalırsam şaşırmayın diye söylüyorum. Göndermesem de okuyorum bazılarını. Okuduklarımdan çok faydalandığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. Beni bilinçlendirip gözümü açtı bu mesajlar. Bu nedenledir ki, gönderen arkadaşlarıma teşek

YAZAR NE YAZAR NE YAZAMAZ

Resim
Erkek milletinin “yazan” kısmı şanslı kitledir dostlar. “Yooo” demeyin hemen. Hele bir bakın etrafınıza. Yüreğimizi cızır cızır kebap eden, aşık eden, maşuk eden şiirlerin, öykülerin yazarlarına bakın bir. En hakiki şarkıların bestecilerine, güftecilerine bakın. Erkek değil mi çoğu? “Sezen, Sezen…” diye çemkirmeyin suratıma. O başka bi şey. O insan üstü, kadın üstü bi şey. Peki neden? Ellerinde karmakarışık, tutarsız, beyin kıvrımları labirent gibi, estetiği tartışılmaz, güzel, narin, duygusal, en önemlisi de algılanabilirliği çok yüksek bir ilham kaynağı var ve bu kaynak sınırsız çünkü. Onlar kadına yazıyorlar. Kadın için yazıyorlar daha da önemlisi… Ya hatun milleti ne yapsın? Sorarım size; kime şiirler yazsın, şarkılar bestelesin? Kimin öyküsünü anlatsın? Kütlükte sınır tanımayan, höt zöt etmeyi şanından sayan, üstelik kel, göbekli, kıllı erkek ırkına mı? Şimdi tutup, Bret’i, Corç’u falan örnek vermeyin. Onlar “Bakın aslında böylesini de yapabiliyorum. Lakin, elma mevzuundan hala kı