Kayıtlar

Haziran, 2008 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

GELDİK BİZ

Resim
Oğlum, dikkatli olsanıza yahu! Dalıveriyorsunuz otun, börtü böcüğün içine pattadanak. Kene varmış buralarda. Anne, onlara kene deme! Onların isimleri var. Tövbe tövbe… Tutup bir de tıptaki isimlerini mi öğrendiniz? Aferin size! Yok anne, kendimiz koyduk; Ali Macit, Ali Osman, Ali Rıza, Ali Kamil, Ali Şukufu… Höööö? _________________________________ Toplasanız ya siz de çilek! Bak mis gibi kokuyor. Dağ çileği bunlar. İstanbul’da bulamazsınız böyle çilek. Niye orada oturuyorsunuz? Yok anne kalsın, şimdi Ali Şukufu gelir melir… Meraklanmayın yavrum, bizim buranın keneleri eğitimli, terbiyeli, gün görmüş böcüklerdir. Bak geçen gün, Deli Zülfiye’nin poposuna yapışmış, çıkarmışlar, hiç bişeycik olmamış. İyi de anne, bu Ali Şukufu hamile ya şimdi. Aksiliği üzerindedir. Ya oğlum, bırak onu bunu da, bu çilekleri ben topluyorum topluyorum, hiç kutuya birikmiyor. Zaten küçücük çilekler anne. Nasıl biriksin? Sen toplamaya devam et. Birikir nasıl olsa. Siz veletlerin, hiç toplamadığınız halde, niye

HADİ KAÇTIM BEN!

Resim
Blog milletinin güzel insanları! Hele bi gelin yanıma, toplaşın yamacıma! İyice bi yaklaşın monitörlerinize! Elsidisi, boynu bükük gariban eski ekranlısı fark etmez… Yanaşın yanaşın da resimlere bakın hele bi önce. Sonra da bu resimler arasındaki 7 farkı bulup, bağlantıyı kurun bakalım benim dünyalar tatlısı arkadaşlarım. Hani bu İncegül gişisi, sayıklayıp durur ya “köyüm de köyüm” diye. Hani bulut olup, yağmak ister toprağına her daim. Aha da gidiyor. Hem valla, hem billa. Yalanım varsa, nimete videofon reklamındaki kedi gibi bakayım. Bu akşam, nasip, kısmet ise köy yolları göründü bize. Benim küçümen sıpa, ilk defa gidecek olduğundan pek heyecanlı kaç gündür. “Anneee, uçakla mı gidiyoz?” diye sordu bana. “He oğlum uçakla gidiyoz. Bizim köyün harmanına indirecez uçağı da.” dedim kendisine. Bu yılki tatil planımız, koca kişisiyle ve arabayla yola çıkmak, Ankara ve Bartın’daki dostlara (Onlar kendini biliyor, link vermeme lüzum yok sanırsam) sürpriz yapmak, bir kahve içimi de olsa yan y

DONDURMAM GAYMAH

Resim
Gün yeni yeni ışımaya başlamışken uyanırım her Pazar sabahı. Hem bütün hafta erken kalkmış olmanın verdiği alışkanlık, hem de haftanın tek tatil gününü uyuyarak ziyan etmek istememekten kaynaklı bir afyon pörtlemesi olayı yaşar sabahın kör saati bu bünye. Ah, iş günleri de böyle pörtlek olabilseydi! O sabah da aynen böyle bir sabahtı işte. Rutin yataktan kalk, el yüz yıka, evden çık, sahile in, sessizliğin tadını çıkara çıkara denizin kokusunu, sabahın ferahını içine çek ayininden sonra, sıcak ekmek alış, eve dönüş ve haftada sadece bir gün yapıldığından mıdır nedir, kıymeti çok fazla olan kahvaltı sofrasında toplaşılma faslı… Keyifle ve epeyce sündürülerek yapılan kahvaltı sonrası, herkes görev yerlerine dağıldı. Küçük sıpa kitaplarına, büyük dana bilgisayarına, koca kişisi kumandasına sarıldı. Bendeniz İncegül kişisi de sofrayı topladım, yatakları topladım, kuruyan çamaşırları yerleştirip, yerine yenilerini astım, evi bir kat temizledim, bulaşıkları hallettim, tam oturacaktım ki, bir

KÖYLÜ GÜZELİ

Resim
Cumartesi çalışan amele güruhunun en büyük tesellisi, Pazar günü dinlenebilmektir. Ben de bu amele takımının müstesna temsilcilerinden biri olduğumdan dolayı, bu teselliyle avunur dururum her hafta sonu başlangıcında. Ama, heyhat! Her seferinde bu hayallerin suya düşmesi kaçınılmaz, şaşırılmaz ve de şaşmaz bir gerçek olarak, ‘dan’ diye vurur bu garip başıma. O Cumartesi de, her seferinde olduğu gibi işten gelmiş, evin dibini bucağını, köşesini, yuvarlağını elden geçirmiş idim. Bütün kemiklerim sızılanmış, ellerim deterjandan, çamaşır suyundan Nütrüciina reklamında oynayacak kıvama gelmiş, yorgunluktan kımıldayacak halim kalmamış idi. Olsundu. Üzülmeyeyimdi. Nasılsa yarın Pazar’dı. Bütün işlerim bitmiş ve o günü dinlence etkinliğiyle geçirebileceğimdi. İşte bu düşüncelerle koltuğa yığıldığım zaman, akşam saatlerine denk düşüyordu. Minik yavrucuğum sevgi dolu, şefkat dolu, dolu dolu seslendi: “Anneciğiiiim” “Söyle yavrum, oyun oynayalım diyorsan, kıpraşacak halim kalmadı. Yarın çocuum.”

KARA SICAK

Resim
Sıcak, alabildiğine sıcak… Sıcak kör bir bıçak… Bir adam, elleri nasır tutmuş Adam yaşamaktan yorulmuş Bir adam ki insanlığını unutmuş Toprak bereketli, ana rahmi gibi… Bir tohuma, bin fidan verir. Doyurur toprak, yeşertir. Lakin emek ister, ter ister toprak Savaş ister topraktan ekmek çıkarmak. Kasketi sırılsıklam bir adam Babadan yadigar bir çift öküz Kırık dökük bir kara saban. Adamın ekmeği, aşı toprak. Bağrında can alıcı bir kara sıcak. Saban dişledikçe toprağı Can bulur, can verir şefkatli ana. Yeşil verir, sarı verir… Coşar da el verir, hayat verir Onu en çok kamçılayana. Adamın sermayesi hayat... Ve adamın hayali sofrada bir somun ekmek Belki bir tas soğuk ayran. Dilinde bir acı türkü hayat... Ve hayat; ayaklarının altında kör bir bıçak. Ve hayat; alabildiğine kara, sıcak... Bu kez ZOR kelimesinin farklı kalemlerde şekillenmesi idi oyunumuz. Üstelik bu kelime geçmeyecekti yazının içinde. Katılmak isterseniz, ya da sadece şöyle bir dolaşmak, Atölyemize bekleriz sizleri de.

SİTEM

Resim
Dilimde düğümlendi sözcükler… Artık pek konuşamıyorum da zaten. Oysa hiç susmazdık seninle, hatırlar mısın? Birbirimizin gözlerine bakar, saatlerce sohbet ederdik. Ta ki birimiz uyuyana dek. Ki bu genelde sen olurdun. Tek kolumun üzerinde yatar, lokum burnunu boynumun altına sokardın. Konuşurdun… konuşurdum. Yavaş yavaş sesin derinleşirdi, ben anlardım. Uyurdun sonra koynumda, melekler gibi. Cennet kokunu çekerdim içime sabaha kadar. Şimdi uyuyamıyorum da pek. Geceleri soğuk oluyor taşlar… En çok neyi özlüyorum biliyor musun kuzum; o gamzeli, tombik ellerinle saçlarımı okşardın ya… Hiç usanmadan, ben sıkılıp “yeter artık” diyene kadar. “İpek gibi, ne güzel saçların var anneciğim, bırakamıyorum ki” derdin ya o kara gözlerini kocaman açıp… Beyazlar düşüyor insanın saçına zamanla, ipekliği de kalmıyor yavrum. İnan bana, yıllar hiç kimseye acımıyor. Gözlerim ufka takılıyor bazı bazı; öyle dalıp gidiyorum. Kimi de yollara bakıyorum bir merdiven dibinde oturup… Geçmiş, belki de hiç yaşanmaya

SİYAH ÇANTADAN KARA Bİ'ŞEY ÇIKTI

Resim
Tam otuz üç yıl evvel bu gündü. Tek kişilik saltanatımın, lale devrimin sona ereceğinden bihaber, mutlu-mesut oyunlar oynuyor, çocukça hayallerimin peşinden koşturuyordum. Sonra bana, “siyah çantalı bir hatun geçti buradan” dediler. Ben de “bana ne” dedim. “E ama sizin eve gitti” dediler. Ben bu sefer de “size ne” dedim. O sırada göle maya çalıyor, dünyanın merkezinin tam da benim durduğum yer olduğunu düşünerek keyif çatıyordum. Nereden çıkmıştı bu ‘siyah çantalı kadın’ şimdi? Kimdi? Ne işi vardı bizim evde? Sanki bir telaş da vardı evimizde. Ben anlayamıyordum ama bir şeyler oluyordu belli ki? Tuhaf, sıra dışı bir hareketlilik… Neler oluyordu? Hayırdır inşallahtı! Hem, neden beni içeri almıyorlardı artık? Sair zamanlarda eve girmem için yalvar yakar olan, bazı bazı da sert yapan anneciğim, bunca saat olmasına karşın neden hala çağırmamıştı sokaktan beni. Üstelik her afacan çocuğun olduğu gibi, diz kapaklarımın daimi misafirleri olan yaralarıma bir yenisini daha eklemiştim ve ilk yard

SAKLAMBAÇ

Resim
Ben seni zamansız zamanlarda sevdim, ama saklambaç oynarken en fazla... Sen beni bul isterdim, saklanırken o ahşap, eski evin merdiven boşluğuna. Sen sapsarı saçlarınla, güneşten daha sıcak, aydınlatırdın tüm karanlık sokaklarımı. Ben o viranede senin beni bulmanı beklerken umutla, gözlerinin hayali yeşile boyardı tüm yıkık duvarlarımı. Gülüşünle çiçeklenir, bahara dönerdi yüreğimin çocuk pencereleri… Sesin dağıtırdı bulutları, açardı ruhuma göğün en mavi kapılarını. Sen benim masal prensimdin. Ve ben bu dünya gibi, senin varlığınla güzelleşirdim. ------------------------------- Bir gün geldi, masal bitti... İşte o gün söndü ışık, karanlığa kesildi tüm evren... Tam o gündü, tüm çocuk sevinçlerim beni terk edip gitti… Bir kamyon gürültüsünde gözlerim kör, gönlüm sağır oldu birden. Ben çaresiz göz yaşlarımı ilmek ilmek dokuyup yollara seriyordum sen giderken. Avuçlarıma gizlediğim tüm hüzünler dökülüp saçılıyordu ortalığa, ardından gizlice el sallarken. Gidişinle yıkılıyordu bu sokak, b

BİR FİNCAN KAHVE OLSAM

Resim
'Bazen daha fazladır her şey' demiş ya kraliçelerin kraliçesi; doğru demiş. Yine böyle her şeyin daha fazla olduğu, duvarların üzerime yıkılırcasına eğildiği, yüreğimin mengeneye sıkıştırıldığı günlerden birinde bir mektup aldım bu çılgın kadından . 'Niye bana yazmıyon, yoksa beni beğenmiyon mu' diyordu, özetle. Ben de ona anlatmaya çalıştım ayrı dünyaların insanları olduğumuzu; Ben sosyetenin gülü, o kenarın dilberi! Siz hiç, bir fincan kahveyi karşılıklı höpürdetmediğiniz birinin dost sıcaklığını iki cümlede yüreğinize kadar hissettiniz mi? Ben hissettim. Sonra dedi ki bu hatun kişisi bana; 'Kız senin şu Nuh Nebi'den hatıra kalan şablonu değiştirelim mi?' Yavrum ben teknolocinin en özürlüsü, daha maillere bile yeni yeni bakmaya başlamışım. Bilen bilir; aylarca mail okumam da bloke olur durur adresim. 'Kem, küm... e zahmet neyin olmasın bacım.' Yan cebime koy yani. Ne zamandır istiyorum da. Ne vakit, ne de kapasite müsait değil buna. Bu da bi' n