BİR KÖY MASALI / PART 3 - İNCEGÜL VE YAVRULARI MEYVE TOPLUYOR

+(114).jpg)
+(142).jpg)
+(107).jpg)
Yıllar evvel, ben küçük, benim bigbrother benden de küçük… Bir horoz sevmiştik. Kafasının şekli Amerikan tıraşına benzer, bir beyaz horozdu. Gereksiz, vakitsiz, her daim öter dururdu. Köy yerinde sabahları ötmeliydi oysa ki horoz dediğin. Ananeme “bizim olsun” dedik. Bigbrother, “ben onu İstanbul’a götüreyim” dedi. Ananem “alın sizin olsun” dedi, “yanınıza katıvereyim” dedi.
Gitme vakti geldiğinde, biz horozumuzu istedik. Heyecanlıydık… Horozumuzu alıp evimize götürecektik. O uyandıracaktı bizi her sabah. Okula uğurlayacaktı belki de. “Anane getirsen ya artık” diye direttik. Ananem onu bizim için bir poşetin içine koyup getirdi. Kesilmiş, temizlenmiş, pişirilmiş… Amerikan tıraşlı, beyaz horoz, bizimle İstanbul’a gelecekti. Kızarmış olarak… Kardeşim ağladı, çok ağladı. Ben gülsem mi ağlasam mı bilemedim. İronikti… O gün ikimiz de şok olmuştuk. Çocuk kalbimiz için acıydı… Şimdi düşününce komikti de aslında. Mizah da böyle bir şeydi işte. Acıdan kotarılmış, hüzünden devşirilmiş, hayata göz kırpan bir şey…
Horoz sesiyle uyandığım ilk köy sabahımda, yatağın ortasına oturmuş bu anıyı hatırlıyordum, gülümseyerek. Günlerce uyumuştum sanki, öylesine dinlenmiştim. Sabahın altısıydı henüz ve benim midemde kıyılmalar bile başlamıştı ufaktan. Öğlene kadar dört tane burçak bisküviden başka bir şey kabul etmeyen bünye, kargalarla birlikte kahvaltı etme derdindeydi.
Ormanın, yeşilin bol olduğu yerde, sabahları serin ve temiz havayla dolar ciğerleriniz. İki kanat pencereyi açıp, çekebildiğim kadar çok çektim içime, toprak, çimen, çiçek, ağaç ve en çok da ıhlamur kokusunu. Yine uzunca bir süre hasret kalacağımı bilerek, yerleştirdim bütün o güzel kokuları belleğime. Sakacık sabah türküsüne başlamış, içli içli söylemekteydi. Sonra ona kirazcılar da eşlik ettiler. Sabah rüzgarı usul usul esip, sarıyı yeşile, yeşili maviye katıyordu bir yandan, bir yandan da tatlı hışırtılar armağan ediyordu kuşların eşsiz bestesine. Doğanın bu rengarenk senfonisi, yeryüzündeki en güzel müzikti kuşkusuz. Yeniden şehir gürültüsüne, beton grisine teslim etmeden önce, doldurmalıydım ruhumu bu doyumsuz eserle.
Taze demlenmiş çay kokusu, sabahın müjdecisidir ya, kokuyu takip ederek, ocak başında hazırlanmış sofrayı buldum. Minişim “anne köyde herkes çok zengin he” dedi. “Baksana, her evde şömine var.” İlahi oğlum, sen çok yaşa emi? O ocağın başında, dünyanın en lezzetli çayını sevdiklerinle paylaşmaktan daha büyük bir zenginlik var mıydı ki? Çocuk haklıydı.
Köy yerinde iş çoktur. Lakin bizim gibi avare takımının yapacağı iş, anca gezip, tozmak, peteğin, tezeğin resmini çekmektir. Bugün Geriş’e kiraza mı gitsek, Ağulu Boğaz’da ekin mi biçsek(!) diye hayati bir karar vermeye çalışırken, dayım imdadımıza yetişti. “Haydi biz Çukur’a gidiyoruz, siz de alın bir kap elinize, çilek toplarsınız” şeklinde harika bir öneri sundu bize.
Hep beraber Çukur’un yollarına düştük. Dayımlar ekinleriyle uğraşırken, biz gayet de zorluklar çekerek o minicik, eşsiz koku ve renkteki çilekleri devşirmeye başladık. Biz dediğime bakmayın; babamla ben çilek toplarken, benim sıpalardan büyük olanı başımızda dinelmiş “bak şurası dolu ordan toplayın, anne ezmeden toplasana” diye talimat veriyor, küçük ve ormantik olanı da çiçek topluyordu. “Oğlum, koparmasana çiçekleri, kime vereceksin onca alâmeti” desem de, adam Ali Şukufu’yu bile hiçe sayarak romantik eylemine devam etmekteydi. Bu arada, babacığımla biz, kan ter içinde bayırlardan çilek toplamaya devam ediyorduk. Epeyce bir süre böyle debelendiğimiz halde, bir türlü Liselimin elindeki kabı doldurmayı başaramamıştık. Vardı elbet bu işte bir bit yeniği, çıkardı nasılsa kokusu yakında.
Kokusundan önce, rengi çıktı. Bir tane bile çilek koparmadıkları halde, benim sıpaların elleri ağızları pespembe idi. Nedendi acep? “Oğlum, kaynağı burda, yesenize koparıp da. Şeer yerinde nerden bulup da toplayacaksınız a benim akıl küplerim? Bizim topladıklarımızı niye çalıyonuz?”
“Anne yaa, ben çiçek topluyom, şimdi uğraşamam”
“Anne, şimdi Ali Macit’le Ali Şukufu pikniğe neyin gelir, kırdım kango falan oluruz, neme lazım. Sen topla işte.”
“Ya bana musallat olursa bu Ali Şukufunuz? Benim canım yok mu?”
“Bişey olursa, biz sana bakarız annecim, üzülme sen”
Adına inat güzellikteki Çukur, uçsuz bucaksız gibi görünen bir kocaman yokuştu ve her bir parçası ayrı bir renk cümbüşüydü. Başak sarısı, fındık yeşili, çilek pembesi… Hele o çiçekler… Evde birkaç saksı çiçeği yaşatabilmek için yapmadığımız şebeklik kalmaz ya, kendini sunmuştu burada her türlü çiçek, selamsız, sabahsız, kaprissiz, nazsız. Her zerresinden ayrı bir mucize fışkırmıştı toprağın. Baktıkça büyüleniyor, büyülendikçe bakıyordu insan.
Öyle ağzı açık seyreylerken bu güzellikleri, kulağımda korkunç bir vozurtuyla olduğum yerde zıplamaya başladım. Ben, “heh işte, sonunda, kendisinden bu kadar bahsetmemize sinir yapan Ali Şukufu ve çekirdek ailesi, benim vücudumda yaşamaya karar verdiler” diye düşünürken, sevgili babacığım “ahan da sonunda beklenilen oldu, bizim kız toptan üşüttü” ifadesiyle yüzüme bakıyordu. “Babaaaa, kulağıma bişey kaçtı ya… Kurtar beni babaaaa” diye çırpınıyordum. Bir yandan da kulağıma parmağımı sokup duruyordum. Yaa işte, çocukların kulağına parmak sokmak neymiş anla şimdi, gaddar anne seni. Lakin o kadar tepinmeye, elimdeki çilekleri bırakmamış olmam da takdire şayandır, dikkatinizi celbederim efenim.
Neyse ki, yılların tecrübesi, yetenekli kişilik, sevgili babacığım, gömleğinin cebinde her daim hazır bulunan ve her türlü işe yarayan, çok fonksiyonlu kalemini çıkarıp, zavallı kelebekciğin yolunu açtı da, ben de ikinci hastanelik olma tehlikesini böylece atlatmış oldum. Ve babamın kalemi, fonksiyonlarına ‘kulağa kaçan kelebeği çıkarma’ özelliğini de eklemiş oldu.
Sonunda benim tatlı hırsızlarıma rağmen bir kutu çilek toplayabilmiş olmanın haklı gururuyla, dağ, bayır demeden vurduk kendimizi yollara. Artık köye dönme vakti gelmişti. Lakin gelirken dümdüz bir yoldan yürümüş olduğumuz halde, dönüşte tam bir dağ tırmanışı yapmamızı anlayamamıştı benim şehir bebeleri. Küçüğüm, dedesinden öğrendiği üzere elinde hep bir sopa taşıyordu. Lakin nedense hep dedesinin sopasındaydı gözü. Komşunun tavuğu komşuya kaz durumu yani. Büyüğümse sürekli, “dikkat edin, Ali Kamil’in sesini duydum sanki, ahan da Ali Şukufu şu fındığın dibinde” şekli yapıyor ve ‘kene’ sorunsalına farklı bir boyut kazandırıyordu.
Gitme vakti geldiğinde, biz horozumuzu istedik. Heyecanlıydık… Horozumuzu alıp evimize götürecektik. O uyandıracaktı bizi her sabah. Okula uğurlayacaktı belki de. “Anane getirsen ya artık” diye direttik. Ananem onu bizim için bir poşetin içine koyup getirdi. Kesilmiş, temizlenmiş, pişirilmiş… Amerikan tıraşlı, beyaz horoz, bizimle İstanbul’a gelecekti. Kızarmış olarak… Kardeşim ağladı, çok ağladı. Ben gülsem mi ağlasam mı bilemedim. İronikti… O gün ikimiz de şok olmuştuk. Çocuk kalbimiz için acıydı… Şimdi düşününce komikti de aslında. Mizah da böyle bir şeydi işte. Acıdan kotarılmış, hüzünden devşirilmiş, hayata göz kırpan bir şey…
Horoz sesiyle uyandığım ilk köy sabahımda, yatağın ortasına oturmuş bu anıyı hatırlıyordum, gülümseyerek. Günlerce uyumuştum sanki, öylesine dinlenmiştim. Sabahın altısıydı henüz ve benim midemde kıyılmalar bile başlamıştı ufaktan. Öğlene kadar dört tane burçak bisküviden başka bir şey kabul etmeyen bünye, kargalarla birlikte kahvaltı etme derdindeydi.
Ormanın, yeşilin bol olduğu yerde, sabahları serin ve temiz havayla dolar ciğerleriniz. İki kanat pencereyi açıp, çekebildiğim kadar çok çektim içime, toprak, çimen, çiçek, ağaç ve en çok da ıhlamur kokusunu. Yine uzunca bir süre hasret kalacağımı bilerek, yerleştirdim bütün o güzel kokuları belleğime. Sakacık sabah türküsüne başlamış, içli içli söylemekteydi. Sonra ona kirazcılar da eşlik ettiler. Sabah rüzgarı usul usul esip, sarıyı yeşile, yeşili maviye katıyordu bir yandan, bir yandan da tatlı hışırtılar armağan ediyordu kuşların eşsiz bestesine. Doğanın bu rengarenk senfonisi, yeryüzündeki en güzel müzikti kuşkusuz. Yeniden şehir gürültüsüne, beton grisine teslim etmeden önce, doldurmalıydım ruhumu bu doyumsuz eserle.
Taze demlenmiş çay kokusu, sabahın müjdecisidir ya, kokuyu takip ederek, ocak başında hazırlanmış sofrayı buldum. Minişim “anne köyde herkes çok zengin he” dedi. “Baksana, her evde şömine var.” İlahi oğlum, sen çok yaşa emi? O ocağın başında, dünyanın en lezzetli çayını sevdiklerinle paylaşmaktan daha büyük bir zenginlik var mıydı ki? Çocuk haklıydı.
Köy yerinde iş çoktur. Lakin bizim gibi avare takımının yapacağı iş, anca gezip, tozmak, peteğin, tezeğin resmini çekmektir. Bugün Geriş’e kiraza mı gitsek, Ağulu Boğaz’da ekin mi biçsek(!) diye hayati bir karar vermeye çalışırken, dayım imdadımıza yetişti. “Haydi biz Çukur’a gidiyoruz, siz de alın bir kap elinize, çilek toplarsınız” şeklinde harika bir öneri sundu bize.
Hep beraber Çukur’un yollarına düştük. Dayımlar ekinleriyle uğraşırken, biz gayet de zorluklar çekerek o minicik, eşsiz koku ve renkteki çilekleri devşirmeye başladık. Biz dediğime bakmayın; babamla ben çilek toplarken, benim sıpalardan büyük olanı başımızda dinelmiş “bak şurası dolu ordan toplayın, anne ezmeden toplasana” diye talimat veriyor, küçük ve ormantik olanı da çiçek topluyordu. “Oğlum, koparmasana çiçekleri, kime vereceksin onca alâmeti” desem de, adam Ali Şukufu’yu bile hiçe sayarak romantik eylemine devam etmekteydi. Bu arada, babacığımla biz, kan ter içinde bayırlardan çilek toplamaya devam ediyorduk. Epeyce bir süre böyle debelendiğimiz halde, bir türlü Liselimin elindeki kabı doldurmayı başaramamıştık. Vardı elbet bu işte bir bit yeniği, çıkardı nasılsa kokusu yakında.
Kokusundan önce, rengi çıktı. Bir tane bile çilek koparmadıkları halde, benim sıpaların elleri ağızları pespembe idi. Nedendi acep? “Oğlum, kaynağı burda, yesenize koparıp da. Şeer yerinde nerden bulup da toplayacaksınız a benim akıl küplerim? Bizim topladıklarımızı niye çalıyonuz?”
“Anne yaa, ben çiçek topluyom, şimdi uğraşamam”
“Anne, şimdi Ali Macit’le Ali Şukufu pikniğe neyin gelir, kırdım kango falan oluruz, neme lazım. Sen topla işte.”
“Ya bana musallat olursa bu Ali Şukufunuz? Benim canım yok mu?”
“Bişey olursa, biz sana bakarız annecim, üzülme sen”
Adına inat güzellikteki Çukur, uçsuz bucaksız gibi görünen bir kocaman yokuştu ve her bir parçası ayrı bir renk cümbüşüydü. Başak sarısı, fındık yeşili, çilek pembesi… Hele o çiçekler… Evde birkaç saksı çiçeği yaşatabilmek için yapmadığımız şebeklik kalmaz ya, kendini sunmuştu burada her türlü çiçek, selamsız, sabahsız, kaprissiz, nazsız. Her zerresinden ayrı bir mucize fışkırmıştı toprağın. Baktıkça büyüleniyor, büyülendikçe bakıyordu insan.
Öyle ağzı açık seyreylerken bu güzellikleri, kulağımda korkunç bir vozurtuyla olduğum yerde zıplamaya başladım. Ben, “heh işte, sonunda, kendisinden bu kadar bahsetmemize sinir yapan Ali Şukufu ve çekirdek ailesi, benim vücudumda yaşamaya karar verdiler” diye düşünürken, sevgili babacığım “ahan da sonunda beklenilen oldu, bizim kız toptan üşüttü” ifadesiyle yüzüme bakıyordu. “Babaaaa, kulağıma bişey kaçtı ya… Kurtar beni babaaaa” diye çırpınıyordum. Bir yandan da kulağıma parmağımı sokup duruyordum. Yaa işte, çocukların kulağına parmak sokmak neymiş anla şimdi, gaddar anne seni. Lakin o kadar tepinmeye, elimdeki çilekleri bırakmamış olmam da takdire şayandır, dikkatinizi celbederim efenim.
Neyse ki, yılların tecrübesi, yetenekli kişilik, sevgili babacığım, gömleğinin cebinde her daim hazır bulunan ve her türlü işe yarayan, çok fonksiyonlu kalemini çıkarıp, zavallı kelebekciğin yolunu açtı da, ben de ikinci hastanelik olma tehlikesini böylece atlatmış oldum. Ve babamın kalemi, fonksiyonlarına ‘kulağa kaçan kelebeği çıkarma’ özelliğini de eklemiş oldu.
Sonunda benim tatlı hırsızlarıma rağmen bir kutu çilek toplayabilmiş olmanın haklı gururuyla, dağ, bayır demeden vurduk kendimizi yollara. Artık köye dönme vakti gelmişti. Lakin gelirken dümdüz bir yoldan yürümüş olduğumuz halde, dönüşte tam bir dağ tırmanışı yapmamızı anlayamamıştı benim şehir bebeleri. Küçüğüm, dedesinden öğrendiği üzere elinde hep bir sopa taşıyordu. Lakin nedense hep dedesinin sopasındaydı gözü. Komşunun tavuğu komşuya kaz durumu yani. Büyüğümse sürekli, “dikkat edin, Ali Kamil’in sesini duydum sanki, ahan da Ali Şukufu şu fındığın dibinde” şekli yapıyor ve ‘kene’ sorunsalına farklı bir boyut kazandırıyordu.
Eve döndüğümüzde, bu çilek eyleminin bizi kesmediğini fark ettik. O halde hep birlikte bostandaki bodur kara duta dalma vakti gelmişti. Haydi civcivlerim, gidelim ve üzerimizi başımızı, elimizi ağzımızı dut lekesi yapalım!
Benim miniğim, yaklaşık bir metre uzunluğundaki ağacın doruğuna(!) tırmanmış, ben de her yanından salkım saçak olmuş dutları dallardan toplayıp kendisine veriyordum. Bir yandan da kendim tıkınıyordum. O kadar çok meyve vermişti ki bu minik ağaç, yemekle de, toplamakla da bitmiyordu. Bitirdiğimiz dallarda, arkamızı döndüğümüz anda yeniden dut çıkıyordu sanki. Dalından koparılıp yenen meyvenin ne kadar lezzetli ve doyumsuz bir şey olduğunu unutmuştum… Hatırladım. Yedikçe yiyorduk. Miniğim de koparıp koparıp bana vermeye başladı. Evlat elinden de bir başka tatlı oluyormuş bu meret. Artık karnımız ağrımaya başlayınca yemeyi kesip, evdekilere de götürmeye karar verdik. E bencil olmamak lazımdı değil mi? Bir de pınardan buz gibi su doldurmuştuk ki ibriğimize, içmelere doyulmaz.
Ertesi sabah, daha da heyecanlı uyandım. Doğduğum köye gidecektim. Doğduğum, hayal meyal hatırladığım evi görecektim yine. Belki kurbaklı göle pil salacaktım yeniden… Kim bilir?
Benim miniğim, yaklaşık bir metre uzunluğundaki ağacın doruğuna(!) tırmanmış, ben de her yanından salkım saçak olmuş dutları dallardan toplayıp kendisine veriyordum. Bir yandan da kendim tıkınıyordum. O kadar çok meyve vermişti ki bu minik ağaç, yemekle de, toplamakla da bitmiyordu. Bitirdiğimiz dallarda, arkamızı döndüğümüz anda yeniden dut çıkıyordu sanki. Dalından koparılıp yenen meyvenin ne kadar lezzetli ve doyumsuz bir şey olduğunu unutmuştum… Hatırladım. Yedikçe yiyorduk. Miniğim de koparıp koparıp bana vermeye başladı. Evlat elinden de bir başka tatlı oluyormuş bu meret. Artık karnımız ağrımaya başlayınca yemeyi kesip, evdekilere de götürmeye karar verdik. E bencil olmamak lazımdı değil mi? Bir de pınardan buz gibi su doldurmuştuk ki ibriğimize, içmelere doyulmaz.
Ertesi sabah, daha da heyecanlı uyandım. Doğduğum köye gidecektim. Doğduğum, hayal meyal hatırladığım evi görecektim yine. Belki kurbaklı göle pil salacaktım yeniden… Kim bilir?
To be continue
Yorumlar
Dalından meyvayı koparıp yemek ne kadar zevkli oluyor.
Benim de annanemin bahçesinde her çeşit meyve ağacı vardı hatta kardeşimle benim ayrı erik ağaçlarımız vardı.Benim ağacıma kimse çıkamazdı falan.
O günlerim aklıma geldi.Benim annaneciğim de 6 sene önce aniden vefat etti.Allah rahmet eylesin.
Ama ben onunla geçirdiğim çocukluğumu hiç unutamam.
Bu arada resminde de hayli incesin merak etme kalıngül olmazsın.
Öptüüüüüüüüüüüüüüm.
Yan profilden de olsa seni gorebilmek de guzeldi ;) O sirada kalemle kelebege yol acama operasyonu yapiliyor heralde dimi ;)
Bizim iki kucuk yumurcagi yakin gecmiste o Ali sukufular isirdigi icin inan cok da korkuyorum, gelmedi basiniza oyle bisey degil mi incegulum?
Haa birde part ikide ki "uc guzel" i de pek merak ettiydim, sormayi unutmusum, gelinler mi ki?
aahhh ne lezzetlidir dalından kopartılan çilek ve karadut ahha ahh olsada yesek yavv...:)
çok güzel bir köy hatırası dizisi izliyoruz sanki sayende cnm.merakla bekliyorum doğduğun evi :)
siz gerçekten nefis köy günleri geçirmişsiniz ya,içim gitti,köyünüzde gerçekten bereketli bir köymüş.
Kurbaklı gölü de yazınca görelim bakalım pil hikayesini....
Bizumda varıdı eskiden bir köyümüz lakin şu an yok hatti zatında köy durur yerindede içinde sevdikler yok;(
Offf!
Kuzinede pataes mi pişirmedik, petekten bal mı yemedik?
Hele akşam otlamaktan gelen çan sesleriyle bezeli büyükbaş, küçükbaş allah ne verdiyse şirin arkadaşlar...
Sağol be incecik gülüm nostalji yaptım sayende...
Ayşem, çok şükür, Ali Macit ve familyası bize ilişmediler. Çok geçmiş olsun. Bizi de ısırmışlardı küçükkene, lakin o zamanın keneleri de böyle değildi ki. Zamane kenesi bunlar. Evet canım, o operasyon sırasında çekilmiş fotolar. Üç güzel, dayımın iki gelini ve bir kızı oluyorlar.:)
Sananekibananesanım, bilmiyorum be ablacım, buluyorlar işte. Ya bende birşey var, ya da onlarda.:) Ah canım ya, kıyamam. Ne korkmuşsundur. Ama onların gagalamasından bişeycik olmaz. Korkma gülüm.:)
Cemilem, çok şükür. Daha görmedik bişey. Lakin bir bölümümüz daha var. Bilmiyoz ki, bulaşırlar mı bize.:) Canım sahiden çok güzeldi. Ah ah... hadi gel köyümüze geri dönelim diye şarkı söylüyorum geldim geleli.:)
Perilim, aradan yıllar geçti ama biz hala o horozcuğa üzülür dururuz biliyor musun? Hem nasıl travma.:( Çok güzeldi be Perilim. Hakikaten çok güzeldi.:)
Muhabbet Perim, sen üzülme kuzum. Bizim köye gideriz. İnan hiç yabancılık çekmezsin. Misafir gelmiş diye deli olur hepsi ayrı ayrı.:) Ah ne demek, sen sağol gülüm. Paylaşıp çoğaltıyorum mutluluğumu ben.:)
Ebruşum, ne demek. Hiç olmaz mı? Hem ne güzel olur. Senin yakışıklılar, benim yakışıklılar, hep birlikte sığıra da giderler yahu.:) Meyveleri de biz götürürüz en tazesinden.:)
Nazlı
özlemişim:))
hayat enerjin o kadar hissediliyo ki...
maşallahhh:)
Her isteyene tekrar gitmek nasip olur inşallah.
Seninkilerin keyfine de diyecek yok, şehir çocukları o yeşil bolluğunun içinde şaşırmışlardır ne yapacaklarını.
Sevgilerle kal...
dutmu çilekmi diyerek konuyu işin özüne getirirsek canımcım o kadar duttan sonra su içmeseniz iyi olurmuş;)
ayrıca ünlü benzerler ıhıhh tek gerçek incegül öptüm seni çok çok cancanım:))
Beyhancığım, gördün demek. Hehe.:)
Cemilemcim, bu haftasonu olacaktı, lakin başka acil bir iş çıkınca, bizim tur yattı.:( Ama olursa bir daha sana haber çakarım.:)
Nazlıcığım, çok teşekkür ederim.:)
Mehtapcığım, ne zaman istersen güzelim. Yoğunluk, hepimizin baş derdi galiba. Sevgiler benden de sana.:)
Kumraladam, hakikaten ne kadar uzun zaman oldu. Ben arada uğruyorum ama, kapı duvar. Hoşgeldin ve sağol canım.:)
Sevgili Nur Ablam, döndünüz demek. Hoşgeldiniz. Hakikaten doyulacak gibi değil ki. Benim küçük şehir bebesi hiç gelmek istemedi. Amin inşallah sağlıkla, tekrar gitmek nasip olur. Sevgiyle...:)
Tabiatım, cankuşum, yanlışlıkla bloga gönderdiğimi fark ettiğimde 2 kişi online dı. Biri senmişsin demek. Sağolasın iltifatına.:) Dut mu çilek mi dersek, karar veremeyiz kanımca. Dokunmuyor canımcım oraların hiçbir şeyi. İstersen ağacı ye.:) Öperim ben de kocaman seni.:)
Denizim, ikinci online kişi de sen miydin?:) Teşekkür ediyorum efenim. Bunu sizin gibi bir görüntü üstadından duydum ya.:)
Gamzelim, seneye tur düzenliyoruz canım. Miniği alıp sen de gel. Yeriz dalından, doruğundan.:)
bu bolum horozceyizin sonu disinda cok guzeldi.. ozellik resimdeki evler, agac ev :) mini :) hemen diger bolumu okuyalim bakalim :)